Umutsuzluk, başımıza gelen olayların zihin tarafından kaygı uyandıracak ve hareketsizleştirecek bir senaryoya dönüştürerek, bu senaryonun gelecek bir zamanda da zorlayacağına dair derin bir ikna olmuşluk halidir. Karşılaşılan olaylara zihnimizden verdiğimiz cevaplar genellikle kaygı uyandırıcı olacaktır. Umutsuzluk, geçmişin acısını sürdürmekle ve gelecek zamana önemler almakla derinleşir. Umutsuzluğun kaybı ise şimdiki zaman olup umudun kazancı da ilk olarak şimdiki zamandır.
Amerikan Psikoloji Birliği, umutsuzluğun belirtilerini şu şekilde sıralamıştır:
- Kötümser içerikli konuşmalar, dilde olumsuz ifadeler.
- Edilgenlik
- Duyguların ifadesinin azalması
- İnisiyatif kullanma eksikliği
- Dış uyaranlara karsı tepkilerin azalması
- Kendisiyle konuşan kişiye ilgisizlik
- Umursamaz ve aldırmaz tavırlar
- iştahta azalma
- Uyku saatlerinde artma ya da azalma
Umutsuzluğu daha kısa tanımlayacak olursak umutsuzluk, zorlayıcı düşüncelerle derin bir füzyona girip, kendi gücümüzü küçümsemekle oluşan katılıktır. Bu katılık öyle ki hem geçmişten öğrenmeye hem şimdide yaşamaya ve beraberinde hislerden yoksun bir donma hali ile geleceğe bakamamaya neden olur.
Umutsuzluk, insan için hayati olan bağlanma ve bağlantıya geçme durumunu bozar. Beklentisizlik, yardım almama, hayal kurmama, melankoli (kara safra) ile temelde bir cezalandırma motivasyonu taşır dersek yanılmış olmayız. Böyle bakıldığında umutsuz kişi alacaklıdır ve kendisine verilmeyenleri asla unutmayarak beklemeyi aktif ve görülür bir ceza hali olarak kullanabilir. Elbette bu hali genellemek doğru değilse de beklentisizliğin fazla görünür olması şüphe uyandırıcıdır. Dünya istediklerimizin verildiği, arzu ve ihtiyaçlarımızın kolayca karşılandığı bir yer değildir. Hayal kırıklığı yaşatan ve umutlarımızı sarsan düzeyde geri çevrildiğimiz bir hayata adaptasyon kolay değildir. Verilmeyene ve verilemeyecek olana uyum sağlamayı reddederken elbette yolumuz umutsuzlukla kesişebilir. Alacaklı olmaktan özgürleşmekle otantik kimliğimizi korumak mümkün olacaktır. Zira uyum, otantik kimliğin daima tehdididir.
Umutsuzluğun nedenlerine biraz yakından bakacak olursak, ekonomik imkânların artmasına bağlı olarak insanlardaki arzu ve ihtiyaçların artması durumunda hem bunları elde etme gayretlerini hem de elde edilmişse bunları kaybetme korkusunu belirtmemiz önem arz ediyor. Tüketimin ve üretimin ayrı ayrı oluşturduğu kaygılı alanda sıkışan insanlar, büyük bir yetersizlikle, yetersizliğe bağlı utançla ve eklemlenen umutsuzlukla zorluklar yaşıyorlar. Kendi ihtiyaçlarını yaratan insan, kendi kazdığı çukura kendi düşüyor. Daha az utanç duymak için büyük statülere sığınıyor, daha çok çalışıyor.
Zamanla, yetişemeyeceği şeyin ihtiyaçlarından çok arzuları olduğunu fark ediyor. Belki de bu dünyadaki en tehlikeli insan oluyor; arzuları ihtiyaçlarından büyük olan insan… Kapital dünyanın en iyi müşterisi, umutsuzluk çukuruna düşmeden önce buralardan geçiyor. İhtiyaçlar karşılanınca biter ancak arzular karşılandıkça çeşitlenir ve iştahlanır. Elde edilenlerin bir gün bizden alınacağı veya kaybedeceğimiz düşüncesi, insanı arzularının bekçisi yapıyor. Bende olsun, onda olmasın… Bu hasetle zehirlenmek an meselesi. Umutsuzluk, paylaşımı durduran, cömertliğin yolunu kaygı silahıyla kesen bir zorba olabilir mi? Gelecekten korktukça daha istifçi, deneyimden korkan kişiler değil miyiz?
Umut etmek iyileştirir, esnetir; umutsuzluk ise katılaştırır, kırar ve hasta eder.
Transdiagnoistik bir bağlamda umutsuzluk…
Depresyon, kaygı bozukluğu ve daha birçok tanının belirtilerinden sayılan umutsuzluğa tanılar üstü bakan, ACT, kabul ve adanmışlık terapisidir. ACT, psikolojik esnekliği ve şefkati merkeze alan tedavi ve yardım modelidir. Act altıgeninde bağlamsal benlik, şimdiki an ile temas, bilişsel ayrışma, kabul, adanmış eylem ve değerler yer almaktadır. Kabul ve adanmışlık terapisine göre bu altı alanı da harekete geçiren şefkattir ve ACT’ın kalbidir. Bu modelde esas amaç zorlayıcı düşüncelerle zayıflayan ve kopan bağlantılarımızla yeniden bağlantıya geçmek, kendimizi eleştirmek, stigmalarla pasifleştirmek yerine şimdiki anla temasla adanmış eylemlerimizi sürdürmektir. Sonuç olarak değerlerimizle bağlantıya geçebilme seçeneğimizin farkında oluruz. ACT, zorlayıcı yaşam olayları karşısında rijit alanlarımızı fark ettiren ve onaran bir modeldir. Kabul ve adanmışlık terapisinde psikolojik esnekliğin kaybedilmesi psikolojik katılığı getirecektir. Tanılar üstü bakıldığında asıl mesele katılık, rijiditedir.
Umutsuzluğa ACT perspektifinden baktığımızda gördüğümüz şey psikolojik katılıktır. Umutsuzluk yaşayan kişinin genellikle eylemsizliği ya da önlemli davranışları artmıştır. Geçmiş zamana bakarak geleceğe dair zihninin yazdığı katı senaryolarla kaynaşmıştır. Geçmişin gelecekte tekrar edeceği düşüncesi hakimdir. Böylece umudu öldüren bir tablo oluşur. Umudun ölmesi insanın ölmesi gibi zorlayıcı olacağından umutsuzluğu en ölümcül hastalık olarak değerlendirmek yerindedir. Benliğin zihin üzerinden değerlendirilmesiyle derinleşen füzyon, katılığı belirginleştirir.
Umudun içinde gelecek vardır. Şimdiki zamandan geleceğe umut ederek bakabilecek kadar iyilik halinde olmak gereklidir. Bana kalırsa umutsuzluk bir şaşı bakıştır. Zira hayatta ne ararsak onu buluruz. Sürekli verilmeyene odaklı bir bakış açısı bizi kurban yapacaktır ve ancak verilmeyenleri görürüz. Ancak bugün verilmeyenlere dikkat kesilerek gelecekteki yoksulluklarımızın, yoksunluklarımızın senaryosunda kaybolmaksa elbette ölümcül bir haldir. Eylemsiz ve dualarıyla bağlantısını kaybetmiş bir ölümlülük hali de dersek yanılmış olmayız. Bize verilenlere minnet duyabilmek bizi umut etmeye açan bir kapıdır. Ancak umut etmek için verilenleri fark etmek birincil koşuldur. Ancak fark ettiklerimize teşekkür edebiliriz. Minnetse sürekli ve samimi bir teşekkür halidir. Aşağıdan yukarı, yatay veya yukardan aşağı olabilir.
Ruh sağlığında umudun yapıcılığı kadar, umutsuzluğun yıkıcılığı da belirleyici bir
role sahiptir. Umutsuzluk ruhsal yapının esnekliğini, canlılığını ve zenginliğini tahrip
ederek katılaşmasına yol açar. Bu durumda insan yenileşmeye ve değişime büyük
ölçüde kapalıdır. Ruhsal hastalıkların önemli kısmında, geleceğe yönelik beklentisizlik
ile birlikte aktivite zayıflığının temel neden olarak belirdiği göz önünde
bulundurulduğunda, umutsuzluğun bu noktadaki payının da belirleyici olduğu görülmektedir. Bahadır, İnsanın Anlam Arayışı ve Din, s. 83.
Umutsuzluğun içindeki kurban, kurbanın içindeki zorbaya bakarken, şefkatin ve merhametin yakın düşmanı acımaya da bakmalıyız. Şefkat hepsinin üstündedir. Peki neden? Umut etmeyi bırakarak kolayca büründüğümüz kurban kimliğinden kimse için şefkat dilemek, vermek pek mümkün değildir. Umutsuz kişinin kendinden başkasına verebileceği hiçbir şey yoktur. Olmayanı vermek elbette kolay değildir. Umutsuzlukla kıvranırken farkında olmadığımız bir şefkat ihtiyacına körleşmek de doğasındadır. Şefkati anlatmaya devam edeceğim fakat şimdi sürekli adı şefkatle karışan diğer yakın düşmana bakalım; merhamet…
Merhamet, eşit kimseler arasında değildir. Genellikle güçlü olanın güçsüz olana verdiğidir. Hiyerarşisi vardır. Merhamet bazı durumlarda alanı da vereni de rahatsız edebilir, borçlu hissettirebilir. Belki sürekli merhamet göstermeye mecbur kalmak yakınmaya neden olabilir. Merhamet görenin de bir süre sonra utanç hissetmesi kaçınılmazdır. Umutsuzluk içindeki kişi dıştan bir kurtarıcı beklerken geçici bir umudun ona lütfedildiğine karşı uyanık değildir. Umutsuzluğun ikincil kazançlar vaat eden kısmı burada kendini gösterebilir. İlgi ve geçici umutla palyatif rahatlama sağlanır. Merhamet elbette tutan, destekleyen, yara saran bir haslettir ancak umutsuzluğa çare değildir.
Bilişsel davranışçılığın öncüsü Beck, umutsuzluğu bireyin geleceğe ilişkin olumsuz
beklentiler geliştirmesi ve kişinin kendi kapasitesini olduğundan aşağı görmesi olarak
tanımlamaktadır. Bu özel alıntı şimdi anlatacağım acımak konusunu daha iyi anlamamıza yardımcı olacak. Şefkat ve merhametten sonra umutsuzluk başlığından acımaya bakalım.
Acımak, aşağıdan yukarı ezici bir rahatsızlıkla verilen ve verilen kişinin kendini içinde bulunduğu kötü halden asla çıkaramayacağına inanılan bir destektir. Acziyet gerektirir. Köle efendi ilişkisine benzer. Hayatının ilerleyen zamanlarında da kendini şu an ki istenmeyen halden çıkaramayacağına inanan kişi de umutsuz kişidir. Sıklıkla kendine acır, yetersizlikle yaftalar. Sen beceriksizsin, senden adam olmaz, ne zaman yaptın ki şimdi yapabilesin, yapsan da eksik yaparsın gibi küçülten ve kurbanlaştıran yargılayıcı iç sese kapılmıştır. Eleştirel yargıç, kişileri ilk olarak umutsuzluğun bağımlısı olma durumuna sürükler. Umutsuzluk içerden dışarı veya dışardan içeri bir utançla temellenebilmektedir. Kendi potansiyelini diğer insanlarla kıyaslayanların, temelde utançla zorlandıklarını görmek zor değildir. Utançla çalışan terapistler, bir psikiyatrik tanının gölgesinde geleceğinden vazgeçmiş, seçimlerinin kaybolduğu düşüncesine kapılmış umutsuz danışanların, ortaya koymaktan çekindikleri ve çoğu zaman bir zorlayıcı deneyime bağlı olan utanç duygusuna sahip olduklarına rastlarlar.
Umutsuz insanlar için başkalarının onlarla ilgili düşünceleri çok önemlidir. Başkalarının düşüncelerinden kendine bakan kişiler için bu durum hem umutsuzluğu getirecektir hem de umutsuzluk göstergesidir.
Hedef mi Değer mi?
Hayatı anlamlı ve tatminkâr yaşamak umudumuzu korumamıza yardım eder. Bugün hayatımızı kolaylaştıran ve zenginleştiren ve hatta daha barışçıl olmamıza yardım eden ne kadar etken varsa hepsi geçmişte birilerinin hayali ve umudu idi. Umut, biraz da hedefleri net görmeyi sağlayandır. Ancak anlamlı bir hayatta geliştiren hedeflere anlamlı değerlerle yürümek yaşam tatmininin koşuludur. Öylesine hedeflere koşmak bizi sadece hırslı bir koşucu yapar. Anlamlı bir değer uğruna yapılan adanmış eylemlerse bizi bu kısacık hayatta kendimizle bağlantıda tutar. İçsel acılarla beraber yolda yürüme azmimizi korur.
Çeşitli nedenlerle, ulaşmak arzusuyla planlanmış hedefler değerlerini yitirdiği, belirsizlik kazandığı ya da bunlara ulaşmada umudu kırdığı zaman, bireyin psikolojik dünyasında büyük bir şaşkınlık ve çaresizlik ortaya çıkacaktır.
Bahadır, İnsanın Anlam Arayışı ve Din, s. 133.
Hedefler ulaşılınca bitendir. Oysa hedeflerin anlamını oluşturan değerler hep bizimledir. Değerleriyle bağlantıda olan kişi için umutsuzluk uzak bir ihtimaldir. Kaçınılmaz olarak acı çektiğimiz bu hayatta umut etmekten vazgeçmek de acıdan kaçmanın en melankolik yoludur. Elbette her kaçınma gibi umutsuzluk da bedel isteyecektir. Hiç umut etmezsem daha az canım yanar ve reddedilmenin utancından kurtulurum, düşüncesi bizi izolasyona mecbur eder. Bu nedenle umutsuz insanlar yalnızlaşırlar. Yalnızlık hem kolayca çekildikleri yerdir hem de en çok yakındıkları yerdir.
Umutsuzluğu ölümcül yapan, kişinin umut etmekle bağlantısızlaşmasıdır. Umudu küçümsedikçe hayallerimizle de yolumuz ayrılacaktır. Umudun tablosu için bin bir renge umutsuzluk içinse sadece koyuluğa, karanlığa ihtiyacımız vardır. Güneşsiz ve kupkuru bir iklimde hayatın devamlılığı risk atındadır. Hastalıkların da birçoğunun psikolojik kökeninde hayatı bırakmak vardır. Psikolojik bağışıklık sistemimiz biyolojik bağışıklık sistemimizle entegredir. Psikolojimizle bedenimiz asla ayrı yürümezler. Umut etmeyi bırakmak psikolojik çöküşü tetiklerken biyolojik bağışıklıkla eşleşir ve bedenimiz de kendine yardım etmek istemez.
Umutsuzluk, bizi suyun üstünde tutacak nedenleri azımsadığımızda veya görmezden geldiğimizde kendini sürdürür. Elbette hissedebilen bütün canlılar gibi canımız yanacaktır. Elbette acıdan kaçmak gibi bir seçeneğe çekilmek isteyebiliriz ve bu çok normal bir insan davranışıdır. Ve bu acılarla beraber bizim için önemli olana yer açmaya devam edeceğiz. Su yutabiliriz ancak kulaç atmak her zaman hayatta kalmak için en cazip seçenektir. Umutsuzluktan kurtulmak için günün birinde umut edeceğimizi beklemek yerine, önce minnet duymaya başlamak, ardından da alacaklı olmaktan vazgeçip, zaten anlamlı olan hayatın anlamını keşfetmeye meraklı olmak bir çare gibi görünüyor. Esnekleşmek ve sert rüzgarlar estiğinde söğüt ağacı gibi tüm kırılganlığımızla rüzgarla dans ederek sağlam kalmak elbette umudumuzu koruyarak mümkün.