Bazen Olur Öyle, İnsan Olmanın Algoritmasında Şimdi Yaşadığın Her Neyse Normaldir

Aklını kaçıracak gibi olduğunda başına gelenlerle ilgili düşüncelere sıkışıp kalmışken biri çıkıp “bazen olur öyle” diyebilir ve bu iyi gelebilir. Bir anda gezegende tek olmadığını, kafana meteor düşmediğini fark edersin. İnsan olmanın algoritmasında şimdi yaşadığın her neyse normaldir. Başına gelen ne olduğundan büyük ne olduğundan küçüktür. Olduğu kadardır. Dünyada başkası tarafından yaşanılmamış hiçbir acı yoktur. Bazen olur öyle…

Yine de zihnin sana şuna benzer şeyler söylemektedir; "Bu nasıl senin başına gelir? Kesinlikle hatalısın."

Sonrası malum, uykular sürekli reklam giren karabasan dizilere döner. Becerilerini kaybettiğini düşünüp kendine “yetersiz” etiketini yapıştırırsın. Düşünsenize, yakanızda berbatsın, yetersizsin, hepsi senin suçun yazan etiketlerle yollarda yürüyor, sunumlar yapıyor, iş yerinde projeler takip ediyorsunuz. Yakanızda herkesin görebileceği bu yazılar yazılıyken, hissettiğiniz utanç böylesine canlıyken sosyal becerileriniz ne durumda olurdu? Yaşamak istediğiniz bu hayatı yaşayabiliyor olur muydunuz?

İnsan kendi kendini kasıtlı olarak köşeye sıkıştırdığında garipleşir. Kendine merhametini kaybedip, kendine acımaya başlar. Doğrusu kendine şefkatten bahsetmiyorum bile, zira kendine şefkat, insanın neo korteksiyle kazandığı daha üst seviye bir becerisidir.  Acımak, merhamet etmek, şefkat duymak, empati… İsimlerini bildiğimiz ancak ayrı ayrı ne olduklarını, nüanslarını bilemediğimiz kavramlar hakkında netleşmek gerekiyor. Empatiden başlayalım. 

Empatinin bir cümlesi olsa “seni hissedebilirim” olurdu. Kendimizi şahidi olduğumuz bir acıyı içselleştirmeye zorlamayı da kapsadığına emin olduğum ve yıllardır sükseli davetlerle içine çekildiğimiz bir tavır, empati… Öyle acılar var ki hayatımız boyunca bu acıların yanından bile geçmemiş olabiliriz. O halde empati yapamayacağımız bir acı karşısında ne yapacağız? Suni bir içselleştirme kimin ve niye işine yarasın? Empati, hissedebilmeye dair bir istek içeriyor olsa bile insan acılarını anlamaya yetersiz kalan bir kavram.

Gelelim acımaya…

Bir düşünün, kimlere acırsınız? Dilenciler geldi aklıma. Çaresiz mülteciler, sahipsiz çocuklar, iflas etmiş, işini kaybetmişler, sevdiği birini kaybedenler… Acımak, acı çeken kişinin başka çaresi ve gücü olmadığına inanmakla başlıyor. Acımak kültürün içinde yerini korurken ve fakat narsistik bir küçümsemeyi de kapsamaktadır. Herkes kayıplar, çaresizlikler yaşar ve aynı zamanda düştüğü yerden kalkıp kendini yeniden inşa edebilir. Kendimize acırken de çaresiz kaldıklarını düşündüklerimize acırken de onları bu acıyarak güçsüzleştiririz. 

Gelelim merhamete… 

Şefkati İngilizceden merhamet olarak çevirenler oldu. Kafalar karıştı. Merhamet; bir kimsenin acı çekmemesini istemektir. Acıya neden olmamak hassasiyeti ile yaşamaktır. Birinin takılıp düşmemesi için yerden taşı kaldırmak, bir bebeğin başını çarpmaması için elini sehpanın köşesine siper etmek, yaşlı birine yol göstermek, bir havyana su vermek… Kültürümüzde yeri çok özeldir. Merhameti sadece insan da değil bazı hayvan davranışlarında bile görebiliriz. Merhamet görerek öğrenilir. Hatta ne zaman öğrendiğimizi hatırlamayabiliriz. 

Ve şimdiye kadar saydığımız güzide insan davranışlarının şahı şefkat… Şefkat acımaktan da empatiden de merhametten de farklıdır, özeldir. Merhamet birinin acı çekmemesini istemekken şefkat onun acısını dindirmeye, hafifletmeye dair harekete geçmeyi de kapsar. İlle de dindirilemez acılar olduğunda da acı çekenin yanında durabilme gücünü sağlar. 

Şefkat gelişigüzel değildir. Kasıtlı olarak öğrenilebilir. Şefkatin boşluğu da yokluğu da büyük yaradır. Doğrusu şefkat almaya ve vermeye meyyal yaratılmışızdır. Ancak sürekli eleştirilerek büyütülmek bizdeki bu yatkınlığı sabote eder.

Kendine şefkat kolay değildir.

Zihin oyunları kafa karıştırıcıdır. Kaygı zihin, korkutucu senaryolarını yazmaktan çekinmez. Şimdi olanlar, daha sonra olabilecekler ve her daim olabilirlikler birbirine girer. Zihin iyi bir senaristtir. Bizi hayatta tutmak için çoğu şeyi kötüye yormak ister. Böylelikle başımıza gelenleri, insanların bizim hakkımızda düşündüklerini kendimiz zannedebiliriz. Düşüncelerimizin ardındaki zihni göremezsek kendimizi suçlamaya başlayabiliriz. Kaygılı zihnin bize gösterdiği adres hep bildik adreslerdir. Bizi eskiye sadık hatta saplantılı, kaskatı yapar. Kısa zamanda yeni yollar bize korkutucu gelir. Eski, can sıkıcı ama bildik hikayelerimizi tekrar eder dururuz. Hikâyenin sonunu bilmek bize bazen garip bir güven verir.  Yaşlılık böyle başlar. 

Şefkatin bir cümlesi olsa ‘’seni tutabilirim’’ olurdu. Sen acı çekerken, boğulurken seni tutabilirim. Başına gelen benim başıma hiç gelmemiş olsa bile, asla senin kadar canım acımayacak olsa bile, seni bir acıdan tamamen tutup çıkaramasam bile, buradayım ve senin yanında duracağım. Kendini kurtarabilme potansiyeline inanarak, yeni yolları denerken sana cesaret vererek, acıdan kaçmanın imkansızlığını bilerek tam yanında durabilme cesaretini şefkatten almak size nasıl geliyor? Ve bu cesareti kendimize de verebilmek ne büyük bir bilgelik.

Şefkati yolda bulmayız. Onu fark ederiz. Şefkat bir arzu değil bir ihtiyaçtır.  Onu özenle büyütürüz. Başkasından bize, bizden başkasına ve kendimizden kendimize şefkati öğrenmek, taze tutulmuş bilinçli bir niyeti de kapsar. Bir teselliden daha samimidir. 

Acı çekmeye yazgılıyız. Acı çekerken genellikle birbirimize benzeriz. Hissedebilen bütün canlılar acıdan korkar ve kaçar. Hissedebilen bütün canlılar için acı kaçınılmazdır. 

Paylaş:

Facebook
X
LinkedIn
Telegram
WhatsApp
Comments